14 Nisan 2018 Cumartesi

HAYVANSAL ÜRÜNLERDE KİMYASAL KİRLENME

1975 yılına ait bir bilim teknik dergisi konusu olarak seçtim, gayet basit teknik terimsiz anlatımı ile sunmak istedim. Dikkat edilmesi gereken nokta, birazdan anlatacağım durumun teee 75 li senelerden gerçekleşmeye başlamış olması ki şu an gelinen nokta, sağlığımız, gıda sektörü, sebze meyve et kalitesi ve fiyatları bir çok açıdan bizi dehşete düşürmeye yeterli. Yine de dehşete kapılmıyoruz çünkü neden, çünkü insanız, kötü olanı, yanlış olanı, canımızı sıkanı görmemek duymamak bilmemek yokmuş gibi davranmak için programlıyız. Ben kendimce et tüketimime sınırlama getirerek tepkimi koyuyorum ama bu gezegende yaşayan tek kişi bir ben olamam.





Şu şekilde derlenmiştir:

Çağımızda hızla artan nüfusu besleyebilmek için bir yandan yeni gıda kaynakları aranırken, diğer taraftan da daha fazla verim elde edilmesi için mevcut gıda kaynakları, yeni teknolojik yöntemlerle zorlanmaktadır. Aynı şekilde, modern yetiştiricilikte de hayvansal üretimin arttırılması amacı ile çeşitli kimyasal özdeklerden (madde) yararlanılmaktadır. İşte bunlardan biri de, antibiyotiklerin tedavi özelliklerinin çok incelenmiş olmasına rağmen, hayvan besiciliğindeki etkileri yeteri kadar tartışılmamıştır. Oysa antibiyotik ilâve edilmiş yemlerin hayvancılıkta kullanılması, yetiştiricilik bakımından olduğu kadar, toplum sağlığı yönünden de bazı sorunlar ortaya koymaktadır. (bir benzeri için: DDT)

Şöyle ki:

1.Kiloda 10 ile 20 miligram kadar antibiyotik kapsayan fabrike yemlerin, hayvanların gelişmesi ve gıdadan faydalanmaları üzerine elverişli bir etki yapıp yapmadığı?
2.Eğer böyle bir etki varsa, tesir mekanizması nedir?
3.Şimdiye dek biyolojik bir garantiye dayanmaksızın, kullanılmaları çok yaygın hale gelmiş antibiyotik ilâve edilmiş yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen ürünlerin yenmesinin insan sağlığındaki etkileri nelerdir?

şeklinde sorular ile karşı karşıya kalıyoruz, ve soruları sırası ile inceliyoruz:



Gelişmeye Etkisi


Bazı evcil hayvanların gıdadan faydalanma kabiliyeti ve gelişmelerinin artmasına, antibiyotikli yemlerin yaptığı elverişli etki, bugün için bilinen bir gerçektir. Antibiyotikli yemler, piliçlerde gelişmeyi %10 ile 20; hindilerde ise %30 kadar yükseltmektedir. Ayrıca gıdadan faydalanma oranı da %5 ile %15 kadar artar. Şu halde, antibiyotik ilâve edilmiş yemlerin hayvan beslenmesinde kullanılması, zooteknik bakımdan elverişlidir. Bu sayede hayvanlardan daha fazla verim almak mümkün olmaktadır.





Nasıl Etki Eder

Antibiyotiklerin beslenme üzerindeki etkime tarzları çok tartışmalı olup; bu konuda bir çok varsayımlar ileri sürülmüştür. En önemlilerinden biri şudur: Antibiyotiklerin etkisine uğrayan organizmalarda metabolizma çok hızlanır. Bu etki, ya doğrudan doğruya hücre yüzeyinde; ya da vasıtalı olarak, hücre zarının geçirgenliğinin artması sonucu, hücreye fazla gıda girmesinden ileri gelir. Aynı biyolojik olay, antibiyotiklerin saldırısına tutulan mikroplarda da görülür. Antibiyotik etkisi altında mikroplar önce dev gibi büyürler, sonra da ölürler. Yani hücre çok iyi yaşamış olarak, çok çabuk ölür. (hızlı yaşa genç öl felsefesi buradan türemiş olabilir) Bu nedenle antibiyotikler canlılık olaylarını tespit ederek semirmeye sebep olduklarından, ihtiyarlık faktörü olarak kabul edilebilirler. Gerçekten yemlerine antibiyotik ilâve edilen hayvanların, fizyolojik bakımdan daha fazla yaşlandıkları bilimsel yöntemlerle saptanmıştır. Ve antibiyotikler bir gelişme faktörü olmaktan ziyade, bir semirme faktörü gibi etkimektedirler.




Antibiyotik Kalıntısı


Antibiyotik kalıntısı ile bulaşan hayvansal ürünler bakımından, ilk akla gelecek ihtimal, bu şekilde kirlenmiş ürünlerin beslenme değerinde, kalitesinde ve yenmesinde bir sakınca olup olmayacağıdır.

Antibiyotikli yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen etlerin her gramında 1,25 mikrogram kadar antibiyotik tespit edilmiştir. Antibiyotikli yemlerle beslenen hayvanların etleri daha fazla yağlıdır. Etin renk ve görünüşü daha güzelse de, lezzet bakımından bir fark yoktur.

Aynı şekilde, antibiyotikli yemlerle beslenen tavuklardan alınan yumurtalarda da antibiyotik kalıntılarına rastlanmıştır. (her sabah yiyoruz bir tane haydi bakalım) Antibiyotik kalıntıları yumurtaların bozulmasını geciktirmekle beraber; insan sağlığı yönünden bazı sakıncalar ortaya çıkarması muhtemeldir.




Sakıncaları

Antibiyotik kalıntıları ile bulaşan hayvansal ürünlerin, ortaya çıkardığı en önemli sakınca, hastalık yapıcı, fakat antibiyotiklere dayanıklı mikrop türlerinin belirmesidir. Bazı mikroplar, antibiyotiklere o kadar dayanıklı hale gelmiştir ki, birçok hastalık olaylarında antibiyotikler etkisiz kalmaktadırlar...



Yemlere katılan antibiyotikler de, kalıntıları ile bulaşık gıdalarla beslenenlerde, kalsiyum metabolizmasının bozulmasına sebep olmaktadır. Özellikle küçük çocuklarda bu gibi hallerde kemik ve diş bozuklukları görülür. Bazı hassas organizmalı fertlerde ise antibiyotik kalıntıları etkisiyle vücutlarında alerjik olaylar belirir. (kış ayları hepimizi kırıp döken o virüsler her sene nasıl bu kadar güçleniyorlar sandın cicim)

Antibiyotikler sadece hayvan yemlerine karıştırılması ile değil, tarımda bazı bitki zararlılarının imhasında veya sebze, meyve, balık, et ve yumurtaların muhafazası amacı ile kullanılmaları da aynı şekilde, toplum sağlığı bakımından sakıncalar ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle, gerek tarım, gerekse hayvancılıkta, daha fazla verim almak için kullanılan yığın yığın kimyasal madde; bitki, hayvan ve insan arası ilişkiler bakımında dikkatle incelenerek; faydalı veya zararlı sonuçları tespit edilmeli, böylece gereken tedbirler alınmalıdır. (nerdee vatandaş bunu yapan adam nerdeee)

Bu kadar şirin değiller elbette!

Tedbirler

Şüphesiz her gün, bir gün evvelkine göre, daha fazla gıdaya ihtiyacımız olduğu teknoloji çağında, doğal kaynakların verimini arttırıcı araç ve yöntemlerden vazgeçmek düşünülemez. Ancak, alınabilecek bilimsel tedbirlerle bu gibi uygulamaların zararlı özellikleri arıtılabilir. Örneğin antibiyotikler söz konusu olduğunda, yalnız hayvanların gelişmesi ve verimlerini artırmak amacı ile hazırlanmış antibiyotiklerin yemlere katılması; insanlarda hastalıkların tedavisi için kullanılan antibiyotiklerin ise, hastalıklara dayanıklı mikrop türleri yaratmamak için yemlere ilâve edilmesi önlenmelidir. (bu cümle lüzumsuz uzun yazılmış, o kısmı anladık diye düşünüyorum. rica ediyoruz yemlere antibiyotik katıp koltuk takımımızı ağlatmayın)



Keza,antibiyotikler bilimsel yöntemlerle tespit edilen sınırların altında yemlere ilâve edildiklerinde, hayvansal ürünlerde kalıntı bırakmazlar. Şu halde yönetmeliklerle tespit edilebilecek bu gibi sınırlamalar da, bazı sakıncaları ortadan kaldırmaya yeterli olabilir. (ki tespit edilemese sağlıklı dense dahi bir miktar antibiyotik barındırabileceği ihtimali var, bir dönem yumurtalarda small medium large boyutlaması yapılmıştı acaba az antibiyotik çok antibiyotik normal antibiyotik şeklinde mi beslendi bu hayvancağızlar)

Antibiyotiklerin hayvan hastalıklarının tedavisinde kullanılmalarına gelince, bu husus toplum sağlığı bakımından bir sakınca teşkil etmez. Sonuçta hastalığı iyileşene kadar kullanacak sonra bırakacak. Zira, antibiyotik ile sağıtılmış eti yenen bir hayvanda, kesimden 48 saat evvel tedavinin durdurulması, ette antibiyotiklere ait bütün izleri silmeye kâfi gelmektedir.




Acaba köpek maması ile beslenen hayvanların normal yemeklerle beslenen hayvanlara göre daha fazla hastalanıp daha çabuk ölüyor olmasının sebeplerinden biri de bu olabilir mi?


Sorunsallar bitmiyor.



Bilim ve Teknik 1975 Ocak Sayısına ait "kimyasal kirlenme hayvansal ürünleri de etkiliyor" isimli konusundan derlemedir. 

5 Ocak 2017 Perşembe

BİLİMSEL VAHŞET


Başlık olduğu gibi aktarılmıştır. Seçtiğim konu neredeyse 40 sene öncesine ait bir bilim teknik konusu. Yalnız konuyu görüp içeriğe bakmamla, aynı mantık ile aynı sorunların devam ettiğini fark etmem bir oldu. Şok olmuyoruz artık, ama üzülüyoruz, e haliyle. Başlayalım.



Cengiz Han 1226'da yönetimi oğullarına bıraktığı sırada "yenenlerin güvenliği ancak yenilenlerin yok edilmesiyle sağlanır" derken yanılıyordu ve bu yanılgının bedeli tarihten silinen koca bir imparatorluk oldu.

İnsanlar tarih yazmaya başladıktan beri düşmanlarının yok edilmesi kadar, onların düşünceleri ve düşünce yapıtlarının da yok edilmesi gereğinin bilinci içindeydiler. Bu bilinç zalim yöneticileri, kendilerince haklı buldukları bilimsel vahşete yöneltti. (ne güzel yanılıyoruz biz)


İnsanları toplu olarak bulup yok etmek oldukça zor olmasına rağmen onların düşünce yapıtları genellikle büyük kitaplıklarda toplu olarak bulunuyordu. (kaldı ki yahudileri toplu olarak öldürme, sürme, süründürme, işkence etme, katletme yoluna başvuran birini biliyoruz.)


Konumuza döner isek eğer, bu bahsettiğimiz kitapları yok etmenin en kolay yolu da onları yakmaktır. (Kitap yakan, ev ev kapı kapı gezip hatta insanları cezalandırarak, bu tür yollara başvuran birilerini de tanıyoruz, ha bilimsel değildir orası ayrı konu.) Bugün yazı gereci olarak yanmaz kil tablet kullanan Mezopotamya uygarlığına ait oldukça geniş bilgimiz var. Fakat görkemli Mısır uygarlığı'ndan günümüze dek çok az bilgi kaldı, çünkü Mısırlıların yazı gereçleri yenebilen papirüs yaprakları idi. Ne var ki, İ.Ö. 663 yılında kurulan ve 25,000 kil tableti içerdiği bilinen Asurbanipal'in Ninova kitaplığını yanmaz olması bile kurtaramamıştır. Bu kitaplığın yarısından çok azı müzelerdedir, gerisi yok olmuştur.




Büyük İskender İ.Ö. 333 yılındaki savaşlar sonucu Perslere karşı o kadar fazla öç alma duygusu içindeydi ki, onun bilime saygısı ve güzel sanatlara sevgisi Persepolis Kitaplığı'nın yakılma emrini vermesine mani olamadı. 12,000 dana derisi üzerine altın harflerle yazılı 2 milyon mısralık İran destanları bu kitaplığın ufak bir parçasıydı ve tümüyle yok oldu.


Çin İmparatoru Tsin Che Hoang Ti İ.Ö. 213'de bilginin insanlığa kötülük getirdiği nedeniyle Çin tarihinin en önemli eserlerini yaktırdı. İmparator içtenlikle insanların mutluluğu için çalıştığına inanıyordu. 2200 yıl sonra bu inancı paylaşanlar aramızda dolaşmıyorlar mı ? (bak bak nasıl nokta atış yapmış)


İ.Ö. 146 yılında yakılan Kartaca Kitaplığı'nın öyküsü çok sonralara ulaşır, çünkü Romalı'lar bu zengin kitaplığı yakmadan önce en iyi parçalarını Roma'ya taşıdılar. O sırada Roma Kitaplığı Makedonya'dan taşınmış kitaplarla kurulmuş ve 21 yaşında idi. Daha sonra İ.Ö. 88 yılında Atina'da o güne kadar bilinen en zengin özel kitaplık olan Psitratüs Koleksiyonu, İ.Ö. 48 yılında Sezar'ın emriyle yakılan 700.000 papirüs tomarlık İskenderiye Kitaplığı'nın seçilmiş parçaları ve İmparatorluğun dört bir yanından gelen yapıtlar bu kitaplığı oluşturmuştur. 24 Temmuz 410 tarihinde Roma'yı alan Vizigot Kralı Alarik 1 şehri 3 gün yağma etti ve yıktı. Bu olay insanlığın bir daha yerine koyamayacağı Roma kitaplığı ile, Roma'da çok meşhur özel koleksiyonlar gibi bilgi hazinelerinin sonu oldu. (Bilimin kalbini söküp atmışlar.) (Amarikalılar bunun filmini de çektiler. bknz. Agora)


Modern takvimin başlangıç tarihine kadar yok edilen kitaplıkların listesi:

İ.Ö.      Kitaplık Adı                              Yeri 

625       Asurbanipal Kitaplığı                 Ninova
333       Persepolis Kitaplığı                    İran
213       Çin Kitapları                               Çin
146       Kartaca Kitaplığı                         Kartaca
88         Psitratus Koleksiyonu                 Atina
75         Apollo Kitaplığı                          Yunanistan
54         Efes Kitaplığı                              Anadolu
48         İskenderiye Kitaplığı                   Mısır
42         Bergama Kitaplığı                       Anadolu




Bunlardan ülkemizde bulunan Efes Kitaplığı tam olarak yok edilemedi. Ermiş Paulus Efes Kitaplığı'nın yalnız garip olaylardan bahseden kitaplarını yaktırdı. Bu kitapları kim seçti? Bu garip olaylar neler idi? Yanıtları yok.

Efes ucuz atlattığı bu vahşetten sonra Celsus ve Diana tağınağı kitaplıkları olmak üzere iki çok önemli kitaplığa kavuştu ama İsa'dan sonra 263 yılında Gotlar'ın saldırısında bunlardan tek yapıt bile kurtulamadan yandı. bknz.Gotlar

Bergama Kitaplığı ise 200.000 tomar papirüsü içeriyordu. Sezar'ın yaktığı İskenderiye Kitaplığı'nı tekrar kurmak için İmparator Antoninus tarafından sevgilisi Kleopatra'ya armağan edildi. Bu görkemli  armağan İ.S. 273 yılında İskenderiye Kitaplığı'nda yanan yarım milyon yapıtın içindeydi. (nasıl kıydığınız vicdansızlar) (yalnız antınous amca koca kitaplık hediye etmiş, bir kıleopatra olamadık şu dünyada)

İskenderiye Kitaplığı'nı ikinci defa yakanlar bir bilim ve fikir merkezi olan İskenderiye'deki beğenmedikleri düşünce akımlarını ortadan kaldırmak isteyen hristiyanlardı. Denilebilir ki, tarih boyunca karşıt düşünceleri yıkmak için kitapları bilinçli bir yöntemle yok eden ve uygarlık tarihinde en büyük karanlık noktaları yaratan Hristiyan Klisesi idi. Onlar da İmparator Hoang Ti gibi insanlığın mutluluğu için çalıştıklarına içtenlikle inanıyorlardı. (toplu şizofrenik aktiviteler)


Klise, inançları yolunda acımasızdı. 1209 yılında Albanı Piskoposu Kardinal Henri, Maria Magdalena Klisesi'ne sığınan 7000 yenilmiş dindaşı için Haçlı ordularına şu emri veriyordu.
"-Hepsini öldürünüz! İnançlı kullarını Tanrı öbür tarafta ayırır." (bak sen şu allahın akıllısına, sen geberseydin ya madem sevgili kul.) Tabii böyle düşünen ve bu emri uygulayanlar için kitap yakarken ayrım yapabilmek olanaksızdır. (siz bütün kitapları yakın, tanrı öbür taraftan yakmamanız gerekenleri  seçip aşağı geri indirir.)

İskenderiye Kitaplığı'nın yok olmasını yakınlarındaki Mısır Serapis Tapınağı Kitaplığı'nın 391 yılında yakılması izledi. VII. yüzyılda bir Kelt Papazı İrlanda'da dinsiz olduğu için 10,000 dana derisi yapıtı yaktı. 1094'de Kordoba Kitaplığı yağma edildi. 1109'da Haçlılar Trablus Kitaplığı'nda 100,000 el yazması kitap yaktılar. 1250'de Papalık emriyle Fransa'da Kathar Mezhebi kitapları yakıldı... Bilim yobazlarının bu sorumsuz eylemleri yanında, görev yapma amacı ile kitap yakan hristiyan misyonerler de dünyanın en önemli yapıtlarını yok ettiler.

1562'de Güney Amerika'da Maya uygarlığına ait kitapları yakan İspanyol Papazlar, 1566'da Muz kabuklarına yazılı İnka Antolojilerini yakan Pachacuti hep görev yapma amacını güdüyordu. (görev aşkınıza şey edeyim) Hele Polonezya adalarında Eski Polonezya yapıtlarını yakan Rahip Eugene Eyraud dünyayı önemli bir takım belgelerden yoksun bıraktıktan sonra oturup hristiyanlık hakkında kitap yazdı. Bu sırada takvimler 1872'yi gösteriyormuş.

Doğu dünyası da böylesine yok edilen yapıtların öyküleri ile doludur. (Şimdi hep hristiyanlar şöyle papazlar böyle yaptı deyip duruyoruz da, daha geçen aylarda tarihi eserleri yok eden müslümanımsılardan hepimiz haberdarız.) 646'da Arap orduları İskenderiye Kitaplığı'nı bir kere daha yaktılar. Cengiz Han'ın 1221'de Gürgenç'te 10 büyük kitaplığı yakması, Bağdat'ta Darülhikme'nin 1258 Moğol saldırısında yağma edilmesi, Rus Çarı korkunç  İvan'ın özel olarak topladığı çok kıymetli kitaplığın dağılması insanlığın en önemli kayıplarındandır.

Korkunç İvan Tasvir

Avusturya Milli Kitaplığı'nın dağılması 1526'da Osmanlı ordularının Budapeşte'yi işgaline bağlanırken Alman Kütüphaneleri 30 yıl harpleri nedeniyle yağmaya uğruyordu. Ancak çağ değişmiş, önemli bir olay olmuş Matbaa icat edilmiştir. Buraya kadar yazılanlar matbaanın bulunmasının ne kadar önemli ve özellikle düşünce yapıtlarının ölmezliği yönünden ne denli yararlı olduğu hakkında fikir verebilir. (şimdi internet var depolama alanları var , bilgisayarlar akıllı telefonlar var. gerçi yine engel yememize mâni olmuyor bunların varlığı)

Matbaanın icadından sonra, artık kitap yakanlar yüzlerce kopyası olan kitapları yakabiliyorlardı. VII. yüzyılda Polonezya yazıtlarının başına gelenlerle Uardan'da Peter Sicard isimli bir papazın yaktığı bir yığın tarihi papirüs düşünce yapıtları, geriye dönülmez şekilde giden son örnekleri oldu. Yüzyılımızda kitap yakmak artık düşünceyi yok etme amacını değil, düşünceye saldırma amacını güder. Hitler'in meydanlarda yaktırdığı binlerce kitap bir gösteriden ileri gidemedi hatta saldırdığı fikirleri güçlendirdi.
Papirüs Kağıdı



Dikta rejimleri artık düşünce yapıtlarını yasaklamak veya yok etmekle bir sonuç alamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Şimdi yazarları yıldırmak, onlara acı vermekle fikirlerin yapıtlaşması önlenmeye çalışılıyor. Ama özgürlük insanların en büyük amacı oldukça, tarih düşünce akımları önüne gerilmiş barajların yıkılmasına tanık olmaya devam edecektir.

Günümüzle ne kadar uyuşuyor ki, neredeyse kaç sene öncesinin olaylarının tıpatıp aynılarını şimdi yaşıyoruz. Denildiği gibi, bunlar bir saldırıdan öteye geçemezler, ve eskisinden daha da sağlam bir şekilde karşılarında bilimi, farklı düşünceleri ve direnen özgürlükçü insanları bulmaları kaçınılmazdır.


(ülkece yaşadığımız tüm saldırılara, orta doğuda olup biten tüm saçmalıklara dolaylı yollardan hitaben)


Bonus: gericiysek gericiyik








Bilim ve Teknik, 1979 Sayı:134, seçilen konudan derlemedir. 

31 Mart 2016 Perşembe

KEÇİ SÜTÜ

Bizim köyün keçisi (Sivas, Divriği, Olukman Köyü)


Sıradan şehir hayatlarımızda pek de haşır neşir olmadığımız keçi sütü ile ilgili bir iki kelam edeyim dedim. Vakti zamanında, dayımın isteği üzerine, kışın ortasında, Çatalca semalarında keçi sütü arayıp durmuştum. Boşuna eski toprak demiyorlar, keçi sütü en sağlıklı, en az hormondur, kimyasaldır, işte besin yoluyla geçen ve insan elinin değip kimyasını değiştirdiği maddelerden en azını barındıran sütmüş, hem kendisi hem de kendisinden yapılan yoğurt peynir vb. ürünler pek sağlıklı imiş, onu yersen ölmezmişsin, yüzyıllarca yeryüzüne hükmedip krallığını kurarmışsın, keçi çiftlikleri ile çevrili şatonda tahtına kurulur, süper hızlı internetinde sosyal medya sitelerinde dolanıp şapşal kedi ve köpek videoları izleyerek keyifle otururmuşsun. (yani)

Efendim neymiş, istatistiksel olarak, ülkemizde 1985 yılında keçi sütünün, yılda 650 bin ton civarında üretildiği hesaplanmış. Dünya'da Hindistan'dan sonra keçi sütü üretiminde 2. sırayı alarak zirveye yaklaşmışız. Fakat ülkemiz keçi sütünün önemini ve faydalarını görmemezlikten gelip, topluma yeterince öğretememiş ve keçi sütümüz hak ettiği değeri görememiş. Normalde yurt dışında inek sütüne kıyasla 1,5-3 misli fiyatına satılan keçi sütü, ülkemizde çok zor alıcı buluyormuş ve çok ucuza satılıyormuş.

Süt öyle basit beyaz bir sıvı değil, düşünsenize, doğduğunuzda sırf anne sütü içerek besleniyor ve hızla hayata tutunuyorsunuz. İçinde neler var ki tüm ihtiyaçlarınızı karşılıyor, neredeyse. Keçi sütünde, inek ve insan sütüne göre daha fazla protein bulunmakla kalmayıp; kalsiyum, demir fosfor gibi mineraller ve vitamin açısından da daha fazla besin maddesi vardır.

Sütlere sarı rengini veren en önemli madde, süt yağında bulunan "karoten" denen renk maddesidir. Bu madde hayvana yediği besinler yoluyla geçen bir "provitamin"dir ve vücutta Vitamin A'ya dönüşür. Vitamin A ise karotenin aksine renksizdir. Bu maddeyi karoten olarak sütlerinde bulunduran hayvanların (inek, koyun gibi) sütleri daha sarı görünür. Karoten'i Vitamin A'ya çevirerek süte geçiren hayvanların (keçi) sütleri ise daha beyaz görünümdedir. Keçiler vücut ağırlıklarına oranla daha büyük ve daha aktif çalışan "tiroid bezi"ne sahip oldukları için, yemle aldıkları karoteni daha etkinlikle Vitamin A'ya çevirip süte geçirmektedirler. (Aferin) Bu yüzden de karoten bulunmayan fakat Vitamin A bulunduran keçi sütü daha beyaz görünümdedir. Ancak, besleyiciliği açısından diğer sütlerden farkı yoktur. Bu paragraf sayesinde, keçi sütü neden daha beyaz sorumuzun cevabını almış olduk. (Öyle merak ediyordum ki, şahsen)




Yine gavur memleketlerinde, süt keçilerine "bebeklerin süt annesi" gözü ile bakılıyormuş, neden? Çünkü anne sütüne en yakın süt olup, yağ ve proteinleri açısından inek sütünden daha ince, küçük, yumuşak yapıda ve daha kolay sindirildiği için. Özellikle proteinin rahat sindirilmesi bebek beslenmesinde, hastaların özel diyetlerinde pratik bir öneme sahiptir. Bebek gibi hassas bir canlının beslenmesi açısından da en uygunu olması, keçi sütünün önemini arttırıyor.

Besinler açısından, yağın sindirimi oldukça zordur. Keçi sütünün yağı ise daha kolay sindirilir. Vitamin C dışında tüm vitaminleri barından keçi sütü özellikle B1, B2 vitaminleri ve fosfatça zengindir. Bu yüzden yetersiz et ve balık tüketen toplumlarda ayrı bir yarar sağlar. (Bizim için pek önemli değil gerçi, et dışında yemek yemeyen insanlarla dolu buralar.)  Ayreten keçiler sağlam ve sağlıklı yaratıklar, böyle güçlü bir hayvanın sütü de daha temiz ve sağlıklı oluyor. Diyelim ki veteriner kontrolü yapılmış, temiz bir ortamda sütü sağılan bir keçi var, onun sütü çiğ çiğ içilebilir. Ama biz inek sütü aldığımızda hemen onu kaynatır eder, ya da marketlerden pastörize sterilize edilmiş olarak alır öyle kullanırız.

Demiştik ki, keçi sütü inek sütünden daha rahat sindiriliyor. Bu "peptik ülser"lerin tedavisinde yararlıdır. Küçük büyük herkeste görülebilen ve tıp dilinde "Pyloric Stenosis" denilen ve besinlerin normal miktarlarda mideden bağırsağa geçmesi veya sınırlanması gibi durumlarda keçi sütü önerilmektedir. Protein ve fosfatça zengin olan keçi sütü, midede asit ve alkalileri tamponlayıcı özellik gösterir. Bu özelliği sayesinde, alkali veya asit zehirlenmelerini önlemede ve peptik ülseri iyileştirmede yardımcı olur. Ayreten inek sütüne alerjisi olan kişiler için de keçi sütü, bulunmaz bir nimettir.

Bir araştırmada bebeklerdeki ölüm nedenlerinin 5'de 1'inin "ani ölümler" olduğu belirtilmiş ve bu uykuda görülen "ani ölüm" olaylarının 3'de 1'inin, bebeğin inek sütüne olan alerjisi sebep olarak gösterilmiştir. Yetişkinlerde ise "Gastrik Ülser" nedeni ile benzer oranda ölümlerin gerçekleştiği saptanmıştır. Bu durumda keçi sütünün önemi tekrar ortaya çıkıyor sayın seyirciler. Bebeklerde 2-24 haftalar arasında en tehlikeli olan kusma, ishal, karın ağrısı, burun akması, nefes alırken ses çıkarma, deride ısırgan otu dokunmuş gibi görüntülerin olması ve egzama gibi bir çok  durumun ve bu durumların bazıları sonunda olabilen "ani ölüm"lerin bebekte "solunum yolu enfeksiyonu" veya "zatürre" ile karıştırılabileceği tıp dünyasınca anlaşıldıktan sonra, bu gibi durumların da esas nedeninin, bebeklerin inek sütüne olan alerjisi gösterilmiştir. Alerjik durumun, sindirilmeden "absorbe" (emilmek anlamında) edilen proteinlerden kaynaklandığı ve bu nedenle kolaylıkla parçalanıp sindirilen keçi sütü proteinlerinin böyle sorunlar yaratmadığı vurgulanmakta ve bebeklere ısrarla keçi sütü içirilmesi önerilmektedir.

Keçi sütü ve veya ürünlerinin düzenli olarak tüketilmesinin egzama, astım, sindirim rahatsızlıkları, varisle ilgili bazı rahatsızlıklar, viritik apseler ve bazı alerjik durumların tedavisinde ciddi anlamda yararlı olduğu, yapılan uygulamalarda alınan pozitif sonuçlarla da gösterilmiştir. (Bu sonuçlar nerede bir bakayım doğru muymuş demek yerine, okuduğumuz kaynağa körü körüne güvenmemiz, işte bu şekilde bilimsel açıklamalar yapan kaynakların güvenilirliğinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor sayın vatandaşlar) Bu kadar önemli olunca da tabii, yurt dışında Amerika'da mesela, keçi sütü ve ürünlerinin satıldığı özel dükkanlar varmış ve bir hayli pahalıya satılıyorlarmış. (Bu işte para var) Hatta ailesinde böyle rahatsızlıkları olanların arasında, bahçelerine keçi alıp besleyenler bile oluyormuş.



P.S. Arabistan'da "KISHK" adı verilen ve keçi sütünden üretilen peynir, dünyanın en ilkel biçimde yapılan peyniridir.





P.S. Dünya'nın en pahalı peyniri de keçi sütünden üretilen bir çeşit peynirdir. Fransa'nın Berri yöresinde yapılan ve "Crottin de Chavignal" adı verilen bu peynir, en pahalı peynirden 2-3 misli fazla fiyatla satılır.




P.S. Keçiler arası Dünya Süt Verme Şampiyonu olan ve 1930'lu yıllarda bir ingiliz tarafından beslenen "Malpas Melba" isimli keçi, 365 gün sağılmış ve tam 3783,5 litre süt vermiştir. (emektar keçi)



P.S. Günümüzden 11 bin yıl kadar önce ilk evcilleştirilen süt hayvanı keçidir. MÖ. 450'lerde ünlü hekim HİPOKRAT da keçi sütünün insan sağlığına faydalarını vurgulamıştır.


BONUS:
Sanat camiaları tarafından henüz keşfedilmemiş Meral adlı sanatçının "Ağlayan Keçi" isimli çalışması. 




                                                                                                  Bilim ve Teknik 1985 Nisan, 209 no'lu sayısından derlenmiştir. 

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Galilei'nin İmzalamak Zorunda Bırakıldığı İddianamesi


Hep sonradan gelir aklımız başımıza hep sonradan sonradan, şeklinde mırıldanarak yapmak istiyorum paylaşımımı. Daha fazla söze ne hacet, bıdı bıdı olsa da blogumuzun başlığı fazla bıdı bıdı etmeden açıklamamızı yapıp takdiri, bilgi açlığından gözü dönmüşlere bırakmak gerek. (dedik)

"Ben, Floransalı Vincenzio Galilei'nin oğlu 70 yaşında Galileo Galilei, vicahen mahkûm olduğumdan siz, pek mümtaz ve muhterem Kardinaller Hazeratı ve âlemşümul Hristiyan Cemaatının ehl-i ilhad dalâletine karşı umumî İnquisitorları huzurunda dize gelerek gözümün önünde bulunan Mukaddes Roma Katolik ve Apostolik Kilisesinin iltizam, tedris ve vaaz ettiği her akideye daima inanmış olduğuma ve Tanrı'nıninayeti ile ileride de inanacağıma yemin ederim.

Fakat, güneşin merkezde ve hareketsiz olduğunu iddia eden barıl fikri herhangi bir suretle iltizam, müdafaa ve tedris etmem bu Mukaddes Makan tarafından menedildiği için; keza, mezkûr görüşün Mukaddes Kitaba zıt olduğu bana ifham edildikten sonra, bir kitap yazıp bastırdığım ve bu kitabın içinde aynı menfur doktrini ele aldığım ve hiç bir netice ve karara bağlanmaksızın aynı şeyi desteklemek sadedinde büyük bir kuvvetle deliller getirdiğim ve bunun üzerine mülhidlikten ağır bir şekilde sanık olduğuma dair hükmedildiği için, yani güneşin âlemin merkezi ve hareketsiz olduğunu, arzın merkez olmayıp, harekette bulunduğunu iltizam ve ona iman etmiş olduğum için, bana karşı haklı olarak beslenmekte olan ağır şüpheyi Faziletmeablarının ve her Katolik Hristiyanın zihninden silmek maksadı ile mezkûr hatalar ve ilhadlardan ve genel olarak, mezkûr Mukaddes Kiliseye muhalif olan her hata ve tarikattan samimî bir yürek ve riyasız bir iman ile nükûl eder ve onlara lânet ederim; keza ilerde aleyhimde böyle  bir şüphe hususuna meydan verebilecek hiçbir şeyi bir daha asla ağızla söylemeyeceğime ve yazı ile beyan etmeyeceğime kasem ederim; herhangi bir mülhide rastlarsam kendisini bu Mukaddes Makama, yahut, bulunduğum mevkiin Inquisitor'una ve otoritesine ihbar edeceğim.

Bundan başka; Mukaddes Makam tarafından bana yükletilmiş olan kefâretlerin hepsini tamamiyle ifâ ve onlara riayet edeceğimi vaad eder ve temin ile temin eylerim. Eğer zikri geçen vaadleri, ahidleri ve teminleri (Allah korusun) bozacak olursam, Mukaddes Kanunlar ve sair genel ve özel nizamnamelerle bu mücrimler hakkında kararlaştırılmış ve neşredilmiş olan bütün azâplara karşı boynum kıldan incedir. Tanrı ve ellerimi üzerine bastığım Mukaddes Kitapları yardımcım olsun ki, ben, yukarıda adı geçen Galileo Galilei berveçhi-sâlif nükûl ettim, yemin ettim, söz verdim ve kendimi bağladım ve bu ahidlere şahit olarak, kelimesi kelimesine yüksek sesle okumuş olduğum bu nükûl vesikamı kendi elimle imzaladım.


Roma'da Minerva Manastırında, 22 Haziran 1633'te, ben Galileo Galilei, kendi elimle, yukarıdaki gibi, nükûl ettim. "